Kader değişir mi?
Sual: Dua ile kader değişir mi? (Allah yazdıysa bozsun) deyimindeki mana nedir? Dua etmeyi dilemek de kaderden mi? Kaderin ömrü nereye kadardır? Ezeli mi, yoksa ebedi mi? Kaderin de bir kaderi var mı? CEVAP
Önce kaza ve kader ile çeşitlerini bilmek gerekir.
Kader, Allahü teâlânın, olacak şeyleri ezelde bilmesidir. Kaza, kaderde bulunan şeyleri, zamanı gelince yaratmasıdır. Yani kader, maaş bordrosu gibidir. Kaza ise, bu maaşın dağıtılmasıdır. Allahü teâlâ, herkesin ne yapacağını, nerede nasıl öleceğini bilir. Buna, kader, kısmet, baht, nasip, talih, yazgı, alınyazısı deniyor.
Bir film tekrar tekrar gösterilse, bunu önceden seyretmiş biri, ikinci, üçüncü defa seyrederken, (Baş rolde oynayan oyuncu, attan düşüp ölecek) dese, o dediği için mi filmdeki oyuncu ölüyor, yoksa, söyleyen daha önce seyrettiği için mi biliyor?
Allahü teâlâ da insanların başlarına ne geleceğini bildiği için, bunları levh-i mahfuza yazmıştır. Bir âyet meali şöyledir:
(Allah her canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekânı bilir. Hepsi açık bir kitapta [levh-i mahfuzda]dır.) [Hud 6]
Kaderin değişeni de, değişmeyeni de vardır. Mesela değişmeyen ecele, ecel-i müsemma denir. Bir âyet-i kerime meali şöyledir:
(Ecel bir an gecikmez ve vaktinden önce de gelmez.) [Araf 34]
İnsanın işine göre, ömrü ve rızkı değişebilir. Kur’an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Allah, dilediğini siler, dilediğini değiştirmez. Ümm-ül-kitab [levh-i mahfuz] Ondadır.) [Ra’d 39]
Ümm-ül kitap, ezeli olan kelam-ı İlahinin yazılı olduğu kitaptır. Melekler, bunu anlayamaz. Zamanlı değildir. Allah’tan başka, kimse bilmez. Hiç yok olmaz. Levh-i mahfuzda değişiklik olur. Bunu melekler görür. İnsanın, işine göre, ömrü ve rızkı değişir. İyiler kötü, kötüler iyi olarak değiştirilebilir. Bir başka âyet meali de şöyledir:
(Herkesin ömrü ve ömürlerin kısalması elbette kitapta yazılıdır.)[Fatır 11]
Değişebilen kaza kadere kaza-i muallak denir. Bir kimse, iyi amel yapıp duası kabul olursa, o kaza değişebilir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Kaza-i muallakı hiçbir şey değiştirmez. Yalnız dua değiştirir.)[Hakim]
(Kader, tedbirle, sakınmakla değişmez. Ama kabul olan dua, bela gelirken korur.) [Taberani]
(Sıla-i rahm ömrü uzatır.) [Taberani]
Kaderin levh-i mahfuzda yazılması kazadır. Bir kimseye takdir edilen bela, kaza-i muallak ise, o kimsenin dua etmesi de takdir edilmişse, dua eder, kabul olunca belayı önler. Duanın belayı önlemesi de kaza ve kaderdendir. Şemsiye yağmura siper olduğu gibi, dua da belaya siper olur.
Ecel-i müsemma değişmez ama; Ecel-i kaza değişebilir. Bir örnek: İki kişi, Hazret-i Davud’a birbirini şikayet etti. Azrail aleyhisselam gelip,(Bu iki kişiden birinin eceline bir hafta kaldı. İkincisinin ömrü de, bir hafta önce bitmişti; ama ölmedi) dedi. Hazret-i Davud, hayret edip sebebini sorunca cevaben dedi ki:
(İkincisinin bir akrabası vardı. Buna dargın idi. Bu gidip onun gönlünü aldı. Bunun için Allahü teâlâ, bunun ömrünü 20 yıl uzattı.) [Levh-i Mahfuz ve Ümm-ül-kitab risalesi]
K: Dua ve islam
* * * * * * ** * *
Kaderimiz yazılıysa neden dua ediyoruz?
Allah c.c. bize yazdığı bi kader var. Bizler dua ediyoruz o eğer kaderimizde varsa oluyor. Değilse kabul olmuyor. Dua edince bizim kaderimizdeki yazgılar değişmiyorsa neden dua ediyoruz?
Cevap:
Değerli Kardeşimiz;
İlk olarak "İnsan kaderin mahkumu mudur?" inceleyelim
Kader İnsanı Mahkum Etmez
Vicdanımız, kaderin mahkumu olmadığımıza en açık delildir...
Allah (cc) insana iyi ve kötüyü seçmekte serbest bıraktığı bir irade vermiştir. Şayet insan kaderin mahkûmu olsaydı kendisine irade verilmezdi.
Vicdanımız, kaderin mahkumu olmadığımıza en açık delildir
Kaderin mahkûmu olmadığımıza en açık delil vicdanımızdır. Çünkü vicdanen biliyoruz ki bizi yaptığımız hareket ve seçimlere mecbur kılan hiçbir sebep yoktur. Bizi yönlendiren ve tercih ettiren sebepler olabilir fakat zorlayan sebepler yoktur. Bir odaya girdiğimizde istediğimiz yere oturur önümüzdeki sofradan istediğimize elimizi uzatırız. Namaz kılmak ya da kılmamak yalan söylemek ya da söylememek tamamen bizim seçimimize aittir.
Kader iki kısımdır
Fakat kader iki kısma ayrılır. Birisi insanın iradesi ile şekillenen kader diğeri ise insan iradesinin karışmadığı ve Allah’ın çok hikmetlerle dilediği kaderdir. İnsanın cinsiyeti, fizyolojik özellikleri, doğumu, ölümü ve hangi anne-babadan geleceği de ikinci çeşit kadere girer.
Kadere mahkumiyet olsaydı, insanlar robot gibi yönlendirilirdi
Ayrıca kaderin mahkûmu olduğunu düşünmek Allah'ı zulüm ve adaletsizlikle suçlamaktır. Çünkü şayet kadere mahkumiyet olsa bir kısım insanlar adeta robot gibi içki içmek zorunda kalacakları gibi bir kısmı da namaz kılıp ibadet etmek zorunda olacaklar. Sonuçta da günah işleyenler cehenneme ibadet edenler ise cennete gidecek. Sıfatlarından birisi de Âdil (adalet sahibi) olan Allah'ın böyle bir haksızlığa böyle bir anormalliğe izin vermesi söz konusu olabilir mi?
İnsan yanlış olduğunu bile bile yaptığı hataları kadere vererek haksızlık eder
Farzedelim ki; Bir seyahat için yola koyuldunuz ve bir süre sonra yol ikiye ayrıldı. Birinci yola doğru yöneldiniz ve fark ettiniz ki bir tabelada bir yazı var. Tabelaya baktığınızda " Bu yol yılanların, akreplerin bulunduğu tehlikelerle dolu bir yoldur." Ve yine altında " diğer yol tehlikesizdir ve güzelliği eşsiz bahçelerle ve her şeyin sunulduğu ziyafetlerle dolu saraylara gider" yazdığını okuyorsunuz. Bu durumda "hadi canım olur mu öyle şey" deyip yılan ve akreplerin bulunduğu yola yönelseniz ve tehlikenin doğru olduğunu görseniz, diyebilir misiniz "beni bu yolda gitmeye mecbur ettiler."
Aynen bunun gibi; Allah-u Teâla insanlara neticesinin ne olduğu belli olan iki yol göstermiştir. Birinin sonunda mükâfat diğerinde ceza hazırlandığını peygamberlerle bizlere bildirmiştir. Biz kendi isteğimizle ve ceza göreceğimizi bildiğimiz halde Allah-u Teâla'nın yasakladığı şeyleri tercih etsek; "haramları işlememi Allah (cc) kaderime yazdığı için yapıyorum" deme hakkına sahip olabilir miyiz?!
İmtihan olabilmek, için “tercih etme” kabiliyetinin olması gerekir
Allah-u Teâla; dünyayı insanın emrine ve istifadesine sunduğu gibi imtihan meydanı olarak da yarattığını bildirmiştir. İmtihan zaten özgür iradeyi gerektirir. Doğru ve yanlış arasında doğruyu ne kadar bulabileceğiz, iyi ve kötü arasında kötüden ne kadar uzak kalabileceğiz? Altın mıyız, bakır mı? Sonucu ortaya çıkaracak şey ise insandaki özgür iradedir.
* * * * * *
Şimdi “Kader değişir mi?” sorusunu ele alalım:
“Allah, (o yazıdan) dilediğini siler, (dilediğini de) sabit bırakır. Ana kitap (olan Levh-i Mahfuz) ise O’nun katındadır.” (Ra’d, 39)
Allah’ın (cc) Zatı, ezeli ve ebedi olduğu gibi Zatına ait bir sıfat olan ilim sıfatı da ezeli ve ebedidir. Allah (cc), ilmiyle bizlerin neler yapacağını ezelden bilip Levh-i Mahfuz'a yazmıştır. Bu levha değişikliğe uğramaz.
Bazı hadislerde kaderin bir takım şartlarla değişebileceği ifade edilmiştir. Bu değişiklik hakiki manada Levh-i Mahfuz'da olan bir değişiklik değildir. Çünkü Allah’ın ezeli ve ebedi ilminde değişiklik olmaz. Allah (cc) her şeyi son şekliyle bilir.
Bir de bir takım şartların yerine getirilmesi ile değişebilen bir kader vardır. Buna Levh-i Mahv ve İsbat ya da Levh-i Muallâk yani kesin olmayıp değişebilen levha denilir. Bu levhanın değişebilmesi mümkündür.
Mesela Levh-i Muallâkta, kişi evden çıktığında sadaka verirse başına gelecek trafik kazasından kurtulacak, eğer vermezse trafik kazası geçirecek şeklinde yazılmıştır. Burada kulun sadaka verip o kazadan kurtulmasıyla kaderi değişmiş olur.
Allah’ın “ata” “kaza” “kader” namında üç kanunu vardır. Kader bir şey hakkında verilen karar, Kaza bu kararın yerine getirilmesi, Ata ise verilen kararın yerine getirilmeyip hükmün iptal edilmesidir. Mesela; bir kişinin suçu dolayısıyla 10 yıl ceza alması kader, bu kişinin on yıl hapiste kalması kaza, hâkimin hükmü iptal ederek o kişiyi affedip kurtarması ise atadır.
Yapılan dualar, verilen sadakalar veya Allah’ın razı olduğu bazı haller, insanı musibetlerden ve sıkıntılardan korur. Böylece ata kanunu gerçekleşmesiyle kader değişmiş olur.
Demek kul bazı hallerde dua ve sadakası ile kaderini değiştirebiliyor.
Ancak unutulmaması gereken bir husus ta şudur ki; olacak hadiselerin son hali daha önce de belirttiğimiz gibi levh-i mahfuzda yazılıdır. Eğer hadisede kul dua ettiyse ve onun kaderi üzerinde tesiri olmuşsa, levh-i mahfuzda “kulun ettiği o dua ile beraber hadisenin gidişatı” yazılmıştır. Takdir onun duası iledir. Şart kısmı levh-i muallakta kalmıştır.
“Eğer dua ve sadakası olmasaydı ne olacaktı” sorusuna ise, bizler ehl-i sünnet olarak cevap veremeyiz. Şöyle olurdu ya da bunlar olmazdı ve yahut olurdu tarzında herhangi bir hükme gidilemez. O Cenab-ı Hakk’ın ilminde gizlidir.
Peki her dua kabul olur mu? Edilen her dua kadere etki eder mi?
Her duaya mutlaka icabet edilir
“(Habibim, ya Muhammed!) Kullarım sana benden sorarsa, şüphe yok ki ben (onlara) pek yakınım. Bana dua ettiği zaman dua edenin duasına cevap veririm; öyle ise (onlar da) benim (rızam) için (davetime) icabet etsinler ve bana iman etsinler; ta ki hak yolu bulsunlar.” (Bakara, 186)
“Dua edenin ya günahı affolur veya hemen hayırlı karşılığını görür yahut ahirette mükâfatını bulur.” (Deylemi)
Her dua makbuldür, Allah (cc) katında karşılık bulur. Dualara icabet ise üç şekilde gerçekleşir:
1. Ya edilen duanın aynen dünyada eseri görünür.
2. Ya Allah-ü Teala kişiye istediği şeylerden daha hayırlısını nasip eder. (Zira istediklerimizin bizim için hayırlı mı şer mi olduğunu bilen O’dur (cc). Biz ise bundan aciziz.)
3. Ya da hayatı ebediye cihetinde kabul olur. Yani dua eden duasının neticesini cennet nimetleri suretinde alır.
Demek arzu ettiğimiz şeyler aynen vücuda gelmezse dua kabul olmadı denilmez, belki daha iyi bir surette kabul oldu denilir.
Mesela; küçük bir çocuk hastalanarak doktora gider. Kendisine hangi ilacın iyi geleceğini bilmez. Fakat doktordan gözüne ilişen herhangi bir ilacı ister. Doktor da çocuğun hastalığını bildiği için hastalığına faydalıysa istediği ilacı ona verir. Veya çocuğun istediği ilaçtan daha etkilisini verir. Ya da ona zarar vereceğinden hiç vermez.
Bizim de dualarımıza Allah cevap vermektedir. Dualarımızın Allah tarafından kabul edilmesi misaldeki gibi bizim menfaatimize göre değişir. İstediğimiz bir şeyi Allah dünyada vermeyip ahirette bize verilebilir. Her zaman hakkımızda hayırlı olanı istemek en güzelidir.
Demek ki; dua ettim ama istediğim olmadı, ya da başıma gelecek şu hali duam engellemedi gibi düşünce ve sözler Cenab-ı Hakk’ın rahmetini ithamdır. Zira dediğimiz gibi bizler yaratılmış kullar olarak ilmimizin noksanlığından dolayı hakkımızda neyin hayırlı olduğunu bilemeyiz. Sadece zahiri (görünen) sebeplere ve o anı değerlendirip, ona göre taleplerde bulunuyoruz.
Ancak sonsuz ilim ve hikmet sahibi olan Cenab-ı Hak elbette yaratmış olduğu kulları için en hayırlı olanı bilen ve isteyendir. Eğer dünyada bizim istediğimiz tarzda duamıza icabet etmiş ise bu O’nun rahmetinden kula verilmiş muaccel (acele) bir mükafattır.
O halde kul demelidir ki:
“Ya Rabbi, benim irade ve arzu ettiğimi bana ihsan buyurursan sana hamd ve şükrederim. Eğer arzu ettiğimin aksini tecelli ettirirsen, senin irade buyurduğunu memnuniyetle kabul eder ve onu benim arzumdan bin kat daha fazla rızayla ve neşeyle karşılarım.
Rabbim bana, benden daha şefkatlidir, benim iradem gibi şefkatim de cüz’idir. O halde o nihayetsiz rahmet sahibine tevekkül ediyorum. Ondan gelen her şey güzeldir. Onun verdiği dert de derman olur.”
K: soru sor cevap bul
* * * * * * * * *
Yapılan dualar kaderi nasıl etkiliyor; dua ile kader değişir mi? Bir insana gelmesi gereken kötülük, dua veya sadaka ile bertaraf edilebiliyorsa bu nasıl oluyor?
Değerli kardeşimiz;Bir şey hakkında verilen karar, kader demektir. O kararın infazı, kazademektir. O kararın ibtaliyle hükmü kazadan afvetmek, atâ demektir.
"Evet, yumuşak bir otun damarları katı taşı deldiği gibi, atâ da kaza kanununun kat'iyyetini deler. Kaza da ok gibi kader kararlarını deler. Demek atânın kazaya nisbeti, kazanın kadere nisbeti gibidir. Atâ, kaza kanununun şümulünden ihraçtır. Kaza da kader kanununun külliyetinden ihracıdır. Bu hakikate vâkıf olan ârif: 'Ya İlahî! Hasenatım senin atândandır. Seyyiatım da senin kazandandır. Eğer atân olmasa idi, helâk olurdum.' der." (Mesnevi-i Nuriye, 206)
Yani, ata, bir şey hakkında verilen kararın iptali ve hükmün kaza edilmekten afvedilmesi, şeklinde tarif edilmektedir. Ata denilince, o Rahîm-i Kerim'in ve Gafûru'r-Rahîm'in af ve ihsanı anlaşılır.
Atanın kaza kanununu, kazanın da kaderi bozmasını şöyle açıklayabiliriz:
Bir padişahın umumî kanunları yanında bir de belli günlerde tatbik ettiği af ve ata kanunu vardır. Padişah o günlerde, suçlulardan bir kısmını afveder, diğer bir kısmının cezalarını hafifleştirir, bir kısım raiyetinin ise rütbelerini yükseltir ve maaşlarını artırır. İşte, daha önce umumî kanunla takdir edilen ceza, rütbe ve maaşlar bu ata kanunuyla yürürlükten kaldırılmış olur. Meselâ, bir şakinin işlediği bir suça karşılık on yıl hapis yatması takdir edilmiş olsun. Ata kanunuyla bu cezanın afvedilmesi halinde artık ceza infaz edilmez ve ata, kaza kanununu bozmuş olur. Cezanın kaza edilmemesiyle de kader kanunu, yâni onun suçuna mukabil takdir edilen on yıllık hapis cezası bozulmuş olmaktadır.
İşte, bu misâl gibi, insanların işledikleri günahlara karşılık, kendilerine takdir edilen uhrevî cezalar Cenâb-ı Hakk'ın ata kanunuyla, yâni O'nun af ve ihsanıyla kaza edilmekten alıkonmakta ve böylece ta kanunu kaza kanununu bozmaktadır. Aynı şekilde, kazanın bozulmasıyla kader kanunu da bozulmuş, takdir edilen ceza değişikliğe uğramış olmaktadır.
Bir başka misal; kul bir günah yerine gitmek niyet ve meyliyle evden çıkar. O bu niyetle irâde düğmesine dokunduğu için, Allah da meylinin neticesini yaratacak ve onu irâde ettiği yere götürecektir. Fakat, o kulun güzel bir hali, Allah (c.c)’ın hoşuna gidecek bir tarafı, söz gelimi gecesinin zülüfünde iki damla gözyaşı ya da arabasıyla bir-iki arkadaşını bir sohbete götürüşü vardır da, bunlar Rahmet-i İlâhî'yi ihtizaza getirmiştir ve Allah (c.c) da yolda o kulun karşısına kendisini günah mahalline değil de gülzâra götürecek bir arkadaş çıkarır ve kulun iradesiyle hak ettiği hükmü değiştirir. İşte, Allah (c.c)’ın sebepli sebepsiz kulu hakkındaki bir hükmü veya bir kazâyı onun lehinde değiştirmesi, O’na ait bir atâdır.
Diğer taraftan, "Ata, kaza kanununun şümulünden ihraçtır."denmektedir. Şöyle ki, bir günah için takdir edilen ceza külli bir kanun iledir. Yâni, şu suçu işleyene şu ceza verilir, şeklindeki takdir, küllidir. Söz konusu suçu işleyen bir kimsenin tövbe etmesi halinde, günahının afvedilmesi ile kaza kanununun şümulünden bir ihraç durumu hâsıl olmaktadır. Bu ise aynı zamanda, kader kanununu külliyetinden bir ihraç mânâsındadır.
Yukarıda açıklamaya çalıştığımız kaide, kaderin değişip değişmediği sorusunu hatıra getirmektedir. Bu nokta da şunu ifâde edelim ki, İlm-i İlâhî'nin değişmesi muhaldir. Ezelden ebede kadar olmuş ve olacak bütün hâdiseler gibi, ata kanununun tatbikatı da o ilmin şümûlündedir. Bu kader değişmez. Değişiklikler sabit ve derin olan Levh-i Mahfûz'un daire-i mümkinatta bir defteri ve yazar bozar tahtası hükmündeki Levh-i Mahv ve İsbat'ta olmaktadır. Önce takdir edilen nice cezalar, daha sonra tövbe vesilesiyle ve ata kanunu ile afvedilmekte, Levh-i Mahv ve İsbat'tan silinmekte ve kaza edilmemektedir. Nitekim bir âyet-i kerîmede şöyle buyurulmaktadir:
"Allah dilediği şeyi mahveder ve dilediğini isbat eder. Nezdinde kitabın aslı olan Levh-i Mahfuz vardır." (Ra'd, 13/39)
K: Sorular ile islamiyet
* * * * * * * * * * *
Kader ile her şey belli ise, değişmeyecekse neden dua ediyoruz peki?
Risale Haber-Bugün yazarı Mehmet Paksu, okuyucularından gelen "dua ile kader değişir mi?" sorusunu cevapladı. Zehra rumuzlu okuyucusunun ""Doğumun, ölümün ve nikâhın zamanı kaderde belli ve değişmez. Biz hayırlı ömür, hayırlı eş için dua ediyoruz. Pekiyi, burada dua ne kadar geçerlidir, ne de olsa değişmez bir gerçek var" sorusunu yanıtlayan Paksu, "Hepimizin bildiği bir âyet vardır: 'Her ümmet için bir ecel vardır. Ecelleri geldiğinde de ne bir an geri bırakılır, ne de öne alınır.' (10:49) Ecel, insanın ölüm vaktidir, ne zaman öleceğidir. Bu zamanı Allah bilir. Çünkü hayatı O yarattığı gibi, ölümü de, ölüm vaktini de o yaratmıştır. Allah, yarattığı her şeyi zaman şeridine takmıştır. Zamanı gelmeden hiçbir şey gerçekleşmez. Kader ise her olayın belli bir planının olmasıdır. Bu planı Allah yapar. Ecel de bir kadere bağlıdır, insanın bütün hayat serüveni de" dedi.
"Dualarımızın ne hükmü var?" sorusuna da cevap veren Paksu, yazısını şöyle sürdürdü:
"İyi güzel de, her şey Allah'ın bilgisi içindeyse, bizim dualarımızın ne hükmü vardır? Ettiğimiz dualar kaderi nasıl değiştirir? Konuya iki hadis ışığında bakalım: "Kaderi ancak dua geri çevirir. Ömrü ancak iyilikler arttırır. Kişi ancak işlemiş olduğu günah sebebiyle rızıktan mahrum kalır." "İhtiyat (ölçülü davranmak) ve dikkat etmek Allah'ın takdir ettiği şeye fayda vermez. Ancak dua, inen ve inmeyen musibetlere fayda verir. Belâ iner, fakat onu dua karşılar ve kıyamete kadar da ona karşı durur."
Burada değişen kader değil, kazadır. Kader bir şey hakkında verilen karardır, kaza da o şeyin uygulanmasıdır. Yani bir insan içten bir dua eder, Yüce Allah bir ödül olarak o kişinin başına gelebilecek olumsuz bir olayı kaldırır. Burada değişen kader değil, kaderin uygulamadan geri çevrilmesidir.
"Allah’ın bilmesi bizi zorlar mı?
Cenab-ı Hak sonsuz ilminde sizin kiminle evleneceğinizi, ne zaman öleceğinizi biliyor. Hayat programınızı O düzenlemiştir. Fakat nelerle karşılaşacağınızı Allah'ın bilmesi sizin iradenizi ve tercihlerinizi baskı altına almaz. Siz serbest iradenizle kararınızı verirsiniz, Cenab-ı Hak da sizin iradeniz üzerine o fiillerinizi yaratır.
İsteyen siz, yaratan Allah'tır. Sorumlu sizsiniz. Bu arada diyelim ki, yanlış karar verdiniz, sıkıntıya girdiniz. Ne yapacaksınız? Allah'a yalvarıp yakaracaksınız, Onun sevdiği işleri yaparsınız, Onu memnun edersiniz. O da dilerse, sizin için kader levhasında çizmiş olduğu yazıları değiştirir. Hayırlı hayat verir, ömrünüzü uzatır, iyi evlilik nasip eder, siz de duanızı Allah'ın kabul etmesiyle kaderinizi değiştirmiş olursunuz.
K: risalehaber
* ** * * *** **
DUAYLA KADER DEĞİŞİR Mİ?“Allahümme salli ala seyyidina Muhammedin ve ala alihi ve sahbihi ve sellim”
Bismillahirrahmanirrahim
Kader, Allahü teâlânın, olacak şeyleri ezelde bilmesidir. Kaza,kaderde bulunan şeyleri, zamanı gelince yaratmasıdır. Yani kader, maaş bordrosu gibidir. Kaza ise, bu maaşın dağıtılmasıdır. Allahü teâlâ, herkesin ne yapacağını, nerede nasıl öleceğini bilir. Buna, kader, kısmet, baht, nasip, talih, yazgı, alınyazısı deniyor.
Bir film tekrar tekrar gösterilse, bunu önceden seyretmiş birisi, ikinci, üçüncü defa seyrederken, (Baş rolde oynayan oyuncu, attan düşüp ölecek) dese, o dediği için mi filmdeki oyuncu ölüyor, yoksa, söyleyen daha önce seyrettiği için mi biliyor?
Allahü teâlâ da insanların başlarına ne geleceğini bildiği için, bunları levh-i mahfuza yazmıştır.(Allah her canlının durduğu yeri ve sonunda bırakılacağı mekânı bilir. Hepsi açık bir kitapta [levh-i mahfuzda]dır.) [Hud 6]
Kaderin değişeni de, değişmeyeni de vardır. Mesela değişmeyen ecele, ecel-i müsemma denir. (Ecel bir an gecikmez ve vaktinden önce de gelmez.) [Araf 34]
İnsanın işine göre, ömrü ve rızkı değişebilir.(Allah, dilediğini siler, dilediğini değiştirmez. Ümm-ül-kitab [levh-i mahfuz] Ondadır.) [Ra’d 39]
Ümm-ül kitap, ezeli olan kelam-ı İlahinin yazılı olduğu kitaptır. Melekler, bunu anlayamaz. Zamanlı değildir. Allah’tan başka, kimse bilmez. Hiç yok olmaz. Levh-i mahfuzda değişiklik olur. Bunu melekler görür. İnsanın, işine göre, ömrü ve rızkı değişir. İyiler kötü, kötüler iyi olarak değiştirilebilir. (Herkesin ömrü ve ömürlerin kısalması elbette kitapta yazılıdır.)[Fatır 11]
Değişebilen kaza kadere kaza-i muallak denir. Bir kimse, iyi amel yapıp duası kabul olursa, o kaza değişebilir. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Kaza-i muallakı hiçbir şey değiştirmez. Yalnız dua değiştirir.)[Hakim]
(Kader, tedbirle, sakınmakla değişmez. Ama kabul olan dua, bela gelirken korur.) [Taberani]
(Sıla-i rahm ömrü uzatır.) [Taberani]
Kaderin levh-i mahfuzda yazılması kazadır. Bir kimseye takdir edilen bela, kaza-i muallak ise, o kimsenin dua etmesi de takdir edilmişse, dua eder, kabul olunca belayı önler. Duanın belayı önlemesi de kaza ve kaderdendir. Şemsiye yağmura siper olduğu gibi, dua da belaya siper olur.
Ecel-i müsemma değişmez ama; Ecel-i kaza değişebilir. Bir örnek: İki kişi, Hazret-i Davud’a birbirini şikayet etti. Azrail aleyhisselam gelip,(Bu iki kişiden birinin eceline bir hafta kaldı. İkincisinin ömrü de, bir hafta önce bitmişti; ama ölmedi) dedi. Hazret-i Davud, hayret edip sebebini sorunca cevaben dedi ki:
(İkincisinin bir akrabası vardı. Buna dargın idi. Bu gidip onun gönlünü aldı. Bunun için Allahü teâlâ, bunun ömrünü 20 yıl uzattı.) [Levh-i Mahfuz ve Ümm-ül-kitab risalesi]
Dua, Allah’a yalvararak muradını istemektir. Allahü teâlâ, dua edeni sever, dua etmeyene gazap eder. Dua, gelmiş olan belaları giderir. Gelmemiş olanların da gelmelerine mani olur. Allahü teâlâ, (Bana halis kalb ile dua ediniz! Böyle duaları kabul ederim) buyurdu. Bunun için, dua etmek, namaz, oruç gibi ibadettir. Yine (Bana ibadet yapmak istemeyenleri, zelil ve hakir yapar, Cehenneme atarım) buyuruyor. (Mümin 60)
Allahü teâlâ, herşeyi sebep ile yaratmakta, nimetlerini sebeplerin arkasından göndermektedir. Zararları, dertleri def için ve faydalı şeyleri vermek için de, dua etmeyi sebep yapmıştır. Hadis-i şeriflerde buyuruldu ki:
(Dua, ibadetin aslı ve özüdür. Allah katında duadan makbul bir şey yoktur. Dua 70 türlü kazayı önler. Ömrün bereketini artırır.)[Tirmizi]
(Dua eden, üç şeyden hali değildir: Ya günahı affolur veya hemen hayırlı karşılığını görür, Yahut ahirette mükafatını bulur.)[Deylemi]
Duanın yapılması mukadderata bağlıdır. Takdirde dua varsa elbette yapılır. Duanın belayı önlemesi kaza ve kaderdendir.
İmam-ı Rabbani hazretleri buyuruyor ki:
Dua, kazayı, belayı defeder. Hadis-i şerifte (Kaza, ancak ve yalnız dua ile durdurulur) buyuruldu. (Tirmizi)
DUA söz konusu olduğu zaman, hemen pek çoğumuz yanlış bilgiyle şartlanmak yüzünden, “Aman canım kaderde ne varsa o olacak, DUA’ya ne gerek var!” deyiveririz.
Oysa, bu tamamıyla yanlış bir görüştür!
KADER kesindir ve hiç kimse bunun dışına asla çıkamaz.Burada çok önemli olan husus şudur: KADER’in tekniği!..
“KADER”i ancak DUA değiştirir. Ömrü ise ancak iyilik uzatır.Şüphesiz ki, kişi işlemiş olduğu günah sebebiyle rızıktan mahrum edilir.”
“KAZA’yı ancak DUA geri çevirir... Ömrü ise iyilik uzatır.”
“Tedbirin kadere faydası olmaz; DUA’nın ise gelmiş ve gelmemiş musîbetlere faydası vardır; şüphesiz ki belâ iner, DUA onu karşılar ve kıyamete kadar çarpışırlar.”
Evet, bir yandan, kaderin değişmeyeceği belirtiliyor; diğer yandan DUA’nın kaderi, kazayı geri çevireceği açıklanıyor. Bu iki hususu nasıl birleştirip, nasıl bir sonuç elde edeceğiz?
Bilelim ki...
İnsanların kaderi takdir edilmiştir; her şey gibi... Ne var ki, DUA faktörü de bu KADER sistemi içinde yer alan bir faktördür; DUA ederseniz, kaderdeki olayı geri çevirebilirsiniz, kazayı reddedebilirsiniz; ancak bu DUA’yı yapmak, gene kaderinizin elvermesiyle mümkün... Yani, kaderiniz müsaitse DUA edebilirsiniz ve böylece de o gelecek olan olayı geri çevirebilirsiniz.
Kaderinizde kolaylaştırılmışsa DUA etmek, size o belâ veya musîbet gelmeden önce DUA edersiniz ve o olayın zararından korunmuş olursunuz.
Dolayısıyladır ki, tedbirle takdiri değiştiremezsiniz; fakat, takdirde varsa tedbir alır ve böylece de kazayı geri çevirmiş olursunuz.
Bu hususta Halife Ömer (r.a.), bize bir uygulamasıyla son derece önemli bir uyarıda bulunmuştu… Orduyla Şam’a giden Halife Ömer (r.a.) şehre yaklaştığı zaman, veba salgını olduğunu haber alınca orduya geri dönülmesi talimatını verir. Bu durum üzerine, kader kavramını anlayamayan ve işin şeklinde kalanlar şaşırırlar ve sorarlar:
— Allâh’ın kaderinden mi kaçıyorsun yâ Ömer?..
Kaderin tekniğini anlamış olan Hazreti Ömer (r.a.)’ın cevabı hepimize bir derstir:
— Allâh’ın kazasından Allâh’ın kaderine kaçıyorum!..
İşte yukarıda anlatılan cevap, bu kader konusunun “püf noktası”dır.
Kader mutlak ve kesindir!..
İnsan ise, kendisinden meydana gelenlerin neticesini görecektir!..
İşte bu sebepledir ki, siz ne yapabiliyorsanız, elinizden ne geliyorsa onu yapmak zorundasınız... DUA edebiliyorsanız, hemen ediniz! Bir çalışma yapma imkânına sahipseniz, hemen yapınız! Korunmak için elinizden gelen bir şey varsa, hemen tatbik ediniz.
Biliniz ki; yapabildiğiniz, kaderinizin müsaade ettiğidir ve yaptığınızın sonucunu da mutlaka görürsünüz.
Bu yüzden denilmiştir; “DUA kazayı reddeder”, diye... Yani, o kazanın reddi sizin duanıza bağlıdır!.. O musîbetin size isâbet etmemesi, sizin o hususta dua etmenize bağlıdır. Dolayısıyla, dua edersiniz ve o kaza veya hoşlanmadığınız olay size isâbet etmez; ya da umduğunuz, olmasını istediğiniz olay o duanız vesilesiyle gerçekleşir.
Hazreti Rasûlullâh (s.a.v.) “KEŞKE” demeyi şeytan ameli olarak nitelemiştir. Bunun mânâsını çok düşünmek ve bu hususu iyi anlamak mecburiyetindeyiz... Niçin, “KEŞKE” demek yasaklanmıştır?..
Bilelim ki DUA, kader sistemi içinde yer alan çok önemli bir unsurdur…
DUA edebiliyorsanız, edebildiğiniz kadar DUA ediniz; hepsinin de faydasını, dünya hayatında anlayamayacağınız kadar fazlasıyla göreceksiniz. Zira, Allâh, kulunda ortaya çıkartacağı pek çok özelliği DUA şartına bağlamış; takdir ettiği pek çok şeye DUA’yı vesile kılmıştır. Bu yüzdendir ki, “DUA müminin silahı” olmuştur.
DUA, takdirin tüm güzelliklerinin size ulaşmasına vesile olan en değerli nimettir. Onu elden geldiğince çok ve güçlü olarak kullanan, en büyük nimetlere kavuşacak olandır.
Kaderi anlamayan cahil ise, DUA’yı terk eder; tüm mahrumiyet ve çileler de onu bekler!..
Konuyu Rasûlullâh AleyhisSelâm’ın şu açıklamasıyla bağlayalım:
“İçinizden her kime DUA KAPISI AÇILMIŞ ise, muhakkak ona rahmet kapıları açılmıştır ve Allâh’tan, kendisinden âfiyet istenilmesinden daha sevimli bir şey istenmemiştir.”
“DUA, inen belâya ve inmeyen belâya karşı faydalıdır. Ey Allâh’ın kulları, DUAYA SIMSIKI SARILINIZ!..”
K: i k r a y a s i n
* * * * * * *
Kararlı dua, kaderin anahtarıdır
Hayatın içerisinde hemen hemen her gün yüzyüze geldiğiniz; çok iyi bildiğinizi ve çok iyi kavradığınızı düşündüğünüz bazı konular vardır. Öyle ki hatta çoğu zaman o konuyu, daha iyi kavrayabilmenin mümkün olmadığını sanırsınız. Ama bazen öyle bir söz duyarsınız, öyle farklı bir anlatıma şahit olursunuz ki, o çok iyi bildiğinizi sandığınız konuda daha önce hiç düşünmediğiniz yepyeni bir kapı, yepyeni bir ufuk açılır. Bir anda tüm bakış açınız kökten değişir. O konuya karşı olan tüm ülfetiniz kırılır. O çok iyi bildiğiniz konuyu sanki hayatınızda ilk kez duyuyormuşçasına yeni bir kavrayış şekli elde edersiniz.
İşte insanın, hayatının çeşitli aşamalarında sürekli olarak yeni ve daha derin bir kavrayış kazanacağı bu konulardan biri ‘dua’dır. İman eden her insan, Allah'ın tüm dualara icabet edeceğini bilir ve bu gerçeğe tüm benliğiyle gönülden iman eder. Ancak kişinin Allah'a olan yakınlığı, iman derinliği, kaderi kavrayışı arttıkça, dua konusundaki bakış açısı da sürekli olarak daha derinleşir ve mükemmelleşir. Kuran ayetlerini çok iyi bilmesine rağmen, aynı ayetleri tekrar okuduğunda, Allah'ın o ayetler ile kalbine yerleştirdiği mana gücü de sürekli olarak artar. Ve imanda kararlı olan her insan için bu durum hayatın sonuna kadar sürekli olarak tekrarlanır.
İşte dua konusunda insanın duyduğunda bir kez daha kalbinin açılmasına vesile olacak bilgilerden biri de, ‘duanın kaderin anahtarı olduğu’dur. Bu, Allah'ın adetullahının bir parçasıdır. Müslümanlar aşkla, şevkle Allah’tan istediklerinde, Allah'ın izniyle bu dua gerçek olur.
Bu, dünyada pek çok insanın bilmediği bir sistem ve Allah’ın gizli bir sırrıdır. Dua edildiğinde Allah’ın kaderi hareket etmeye başlar. Özellikle de toplu duanın özel bir gücü vardır; Müslümanlar topluca ve ısrarla bir istekte bulunduklarında, ve bu yönde sebebe sarıldıklarında, insanların olmayacak zannettikleri şey dahi Allah'ın izniyle olur. Allah dünyayı bu adetullah ile yaratmıştır.
Allah insanların kaderin bu sırrını kavrayabilmeleri için Kuran'da pek çok örnek vermiştir: Hz. Yunus (a.s.) bir balığın karnında iken Allah'ı çokça tesbih ederek dua etmiş ve Allah, benzersiz bir şekilde onu bu durumdan kurtarmıştır. Hz. Musa (a.s.) ve kavmi de, deniz ile Firavun'un askerleri arasında kaldıklarında, Hz. Musa (a.s.) Allah'a tam bir teslimiyetle güvenerek dua etmiş, Allah ona ve kavmine mucizevi bir çıkış yolu yaratmıştır. Resulullah Efendimiz (sav) de arkadaşıyla birlikte mağarada iken Allah'ın sonsuz gücüne gönülden teslim olmuş, Allah onu inkar edenlerin tuzaklarından koruyup galip getirmiştir. Aynı şekilde Hz. Yusuf (a.s.) bir kuyunun dibinde bırakıldığında da, Allah ona sonsuz merhametiyle yardımını ulaştırmıştır. Hz. İbrahim (a.s.) ateşe atılmak üzere iken de yine Allah'ın sonsuz lütfu tecelli etmiş ve Allah, Hz. İbrahim (a.s.) için ateşi esenlik kılmıştır. Hz. Zekeriya (a.s.) ise Allah'a dua etmiş ve eşi de kendisi de ileri yaşlarda olmalarına rağmen Allah'ın lütfuyla Hz. Yahya (a.s.)’ın doğumuyla müjdelenmişlerdir.
Kuran'da Allah'ın, peygamberlerin samimi çağrılarına olan icabetini bildiren ayetlerden bazıları şöyledir:
Şüphesiz Yunus da gönderilmiş (elçi)lerdendi.
Hani o, dolu bir gemiye kaçmıştı.
Böylece kur’aya katılmıştı da, kaybedenlerden olmuştu.
Derken onu balık yutmuştu, oysa o kınanmıştı.
Eğer (Allah’ı çokça) tesbih edenlerden olmasaydı,
Onun karnında (insanların) dirilip-kaldırılacakları güne kadar kalakalmıştı.
Sonunda o hasta bir durumdayken çıplak bir yere (sahile) attık.
Ve üzerine, sık-geniş yaprakla (kabağa benzer) türden bir ağaç bitirdik.
Onu yüzbin veya (sayısı) daha da artan (bir topluluk)a (peygamber olarak) gönderdik.
Sonunda ona iman ettiler, Biz de onları bir süreye kadar yararlandırdık. (Saffat Suresi, 139-148)
İki topluluk birbirini gördükleri zaman Musa'nın adamları: "Gerçekten yakalandık" dediler.
(Musa:) "Hayır" dedi. "Şüphesiz Rabbim, benimle beraberdir; bana yol gösterecektir."
Bunun üzerine Musa'ya: "Asanla denize vur" diye vahyettik. (Vurdu ve) Deniz hemencecik yarılıverdi de her parçası kocaman bir dağ gibi oldu.
Ötekileri de buraya yaklaştırdık.
Musa'yı ve onunla birlikte olanların hepsini kurtarmış olduk.
Sonra ötekileri suda boğduk.
Şüphesiz, bunda bir ayet vardır. Ama onların çoğu iman etmiş değildirler. (Şuara Suresi, 61-67)
Siz Ona (Peygambere) yardım etmezseniz, Allah Ona yardım etmiştir.Hani kafirler ikiden biri olarak Onu (Mekke'den) çıkarmışlardı; ikisi mağarada olduklarında arkadaşına şöyle diyordu: "Hüzne kapılma, elbette Allah bizimle beraberdir." Böylece Allah Ona 'huzur ve güvenlik duygusunu' indirmişti, Onu sizin görmediğiniz ordularla desteklemiş, inkar edenlerin de kelimesini (inkar çağrılarını) alçaltmıştı. Oysa Allah'ın kelimesi, yüce olandır. Allah üstün ve güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. (Tevbe Suresi, 40)
Onlar şöyle demişti: "Yusuf ve kardeşi babamıza bizden daha sevgilidir; oysa ki biz, birbirini pekiştiren bir topluluğuz. Gerçekte babamız, açıkça bir şaşkınlık içindedir."
"Öldürün Yusuf'u veya onu bir yere atıp-bırakın ki babanızın yüzü yalnızca size (dönük) kalsın.Ondan sonra da salih bir topluluk olursunuz." (Yusuf Suresi, 8-9)
Nitekim onu götürdükleri ve kuyunun derinliklerine atmaya topluca davrandıkları zaman, Biz ona (şöyle) vahyettik: "Andolsun, sen onlara kendileri, farkında değilken bu yaptıklarını haber vereceksin."(Yusuf Suresi, 15)
Bir yolcu-kafilesi geldi, sucularını (kuyuya su almak için) gönderdiler. O da kovasını sarkıttı. "Hey müjde... Bu bir çocuk." dedi. Ve onu (kuyudan çıkarıp) 'ticaret konusu bir mal' olarak sakladılar. Oysa Allah, yapmakta olduklarını bilendi.
Onu ucuz bir fiyata, sayısı belli (birkaç) dirheme sattılar. Onu pek önemsemediler. (Yusuf Suresi, 19-20)
Onu satın alan bir Mısır'lı (aziz,) karısına: "Onun yerini üstün tut (ona güzel bak), umulur ki bize bir yararı dokunur ya da onu evlat ediniriz" dedi.Böylelikle Biz, Yusuf'u yeryüzünde (Mısır'da) yerleşik kıldık. Ona sözlerin yorumundan (olan bir bilgiyi) öğrettik. Allah, emrinde galib olandır, ancak insanların çoğu bilmezler.
Erginlik çağına erişince, kendisine hüküm ve ilim verdik. İşte Biz, iyilik yapanları böyle ödüllendiririz. (Yusuf Suresi, 21-22)
"Bizim ilahlarımıza bunu kim yaptı? Şüphesiz o, zalimlerden biridir" dediler.
"Kendisine İbrahim denilen bir gencin bunları diline doladığını işittik" dediler.
Dediler ki: "Öyleyse, onu insanların gözü önüne getirin ki ona (nasıl bir ceza vereceğimize) şahid olsunlar."(Enbiya Suresi, 59-61)
Dediler ki: "Eğer (bir şey) yapacaksanız, onu yakın ve ilahlarınıza yardımda bulunun."
Biz de dedik ki: "Ey ateş, İbrahim'e karşı soğuk ve esenlik ol."
Ona bir düzen (tuzak) kurmak istediler, fakat Biz onları daha çok hüsrana uğrayanlar kıldık.(Enbiya Suresi, 68-70)
Zekeriya da; hani Rabbine çağrıda bulunmuştu: "Rabbim, beni yalnız başıma bırakma, sen mirasçıların en hayırlısısın."
Onun duasına icabet ettik, kendisine Yahya'yı armağan ettik, eşini de doğurmaya elverişli kıldık.Gerçekten onlar hayırlarda yarışırlardı, umarak ve korkarak Biz'e dua ederlerdi. Biz'e derin saygı gösterirlerdi. (Enbiya Suresi, 89-90)
Orada Zekeriya Rabbine dua etti: "Rabbim, bana Katından tertemiz bir soy armağan et. Doğrusu Sen, duaları işitensin" dedi.
O mihrapta namaz kılarken, melekler ona seslendi: "Allah, sana Yahya'yı müjdeler. O, Allah'tan olan bir kelimeyi (İsa'yı) doğrulayan, efendi, iffetli ve salihlerden bir peygamberdir."
Dedi ki: "Rabbim, bana gerçekten ihtiyarlık ulaşmışken ve karım da kısırken nasıl bir oğlum olabilir?" "Böyledir" dedi, "Allah dilediğini yapar."(Al-i İmran Suresi, 38-40)
Kuran'da verilen bu örneklerin benzerleriyle kendi hayatlarında karşılaşan kimi insanlar, o anki bazı şartların değişmesinin “mümkün olmadığı” yanılgısına kapılırlar. Ümitsizlik ve inançsızlıkla yaklaştıkları için de Allah'ın gücünü gereği gibi takdir edemez, Allah'a samimiyetle ve kesin bir teslimiyetle güvenerek dua edemezler. İşte bu, söz konusu insanların kararlı duanın sırrını bilmemelerinden ve duanın kaderin anahtarı olduğundan habersiz olmalarından kaynaklanmaktadır.
Oysa Allah dilerse, insanların gafletleri nedeniyle “imkansız” dedikleri şeyler, hemen o anda dahi gerçek olabilir. Geçmişte nasıl ki Allah elçilerine, salih müminlere yardımını ulaştırdıysa, “imkansız” sanılan durumlar gerçek olduysa, bu durum, tüm insanların hayatları için de geçerlidir.
İşte her insanın hayatında, Allah'tan çok istediği, ama gerçekleşmesi çok zor görünen böyle durumlar olabilir. Bu zor şartlar insanı asla yanıltmamalıdır. Duanın kaderin anahtarı olduğunu ve dua edildiğinde Allah'ın kaderinin hareket etmeye başladığını asla unutmamak ve Allah'tan kesin inanarak istemek çok önemlidir. Nasıl ki Rabbimiz Hz. Musa (a.s.)'a yol açtıysa, Peygamber Efendimiz (sav)'e, Hz. Yunus (a.s.)’a, Hz. İbrahim (a.s.)’a, Hz. Zekeriya (a.s.)’a, Hz. İbrahim (a.s.)’a yardım ettiyse, onlar gibi tüm samimi Müslümanların da dualarına da mutlaka rahmetiyle icabet edecektir.
Ancak elbetteki bir şeyin gerçekleşmesini çok isteyen bir mümin de, aynı Hz. Yunus (a.s.) gibi Allah'ı çokça zikredecek; Peygamberimiz Hz. Muhammed (sav) gibi, Hz. Musa (a.s.) gibi, en zorlu şartlarda dahi yılgınlığa kapılmadan “Elbette Allah bizimle beraberdir” diyecek ve hiçbir şüpheye kapılmaksızın Allah'ın gücüne derin bir iman ile iman edip güvenecektir. İşte o zaman Allah'ın duadaki sırrı gerçekleşecek ve Allah'ın izniyle kader bu yönde hareket etmeye başlayacaktır.
Büyük İslam alimi İmam-ı Rabbani Hazretleri bir sözünde müminlere bu önemli ve kesin gerçeği şöyle hatırlatmaktadır:
"Bir şeyi istemek, ona nâil olmak (onu elde etmek) demektir; Zirâ Allahû Teâlâ kabul etmeyeceği duayı kuluna ettirmez." (İmam-ı Rabbani)
* * * * * * * *
Dua, kaderi değiştirebilir mi? Kader değişmezse, niçin dua ediyoruz?
Bu soruyu zaman ve mekân algısıyla düşünecek olursak, mantık oyunlarının içinden çıkamayız. Kaderin gelecek yani zaman olarak algılanması, bu soruların ortaya çıkmasına nedendir.
Kader, varlıkların ve olayların bütün halleri ve vasıflarıyla sebepleri ve şartlarıyla, sahip olacakları kuvvet ve kabiliyetleriyle, varlık âlemine gelecekleri zaman ve mekânlarıyla Cenab-ı Hak tarafından ezelde tayin buyrulması ve bir tertip ile kaydedilmesi demektir.
Kaza ise, ezelde takdir olunan her şeyin Cenab-ı Hakk’ın yaratması ve icadıyla meydana gelmesidir.
Kader, Allah Teala’nın ilim sıfatına, kaza ise kudret sıfatına dayanmaktadır. Yani kader Cenab-ı Hakk’ın bilgisidir, ezelidir, zaman ve mekân dışıdır. Kader yani Allah Teala’nın bilgisi değişmez. Cenab-ı Hakk sonradan düşünmemiş, sonradan öğrenmemiştir. Çünkü bütün sonradanlıklar birer eksikliktir, oysa Allah Teala’nın iradesi, ilmi ve kudreti mutlaktır. Cenab-ı Hakk’ın zamansız-mekânsız zatı için öncelik, sonralık imkânsızdır. Allah sadece tecellisiyle önceden ve sonradandır, zatıyla değil. Zatının önceliği sonralığı imkânsız olanın bilgisinin önceliği sonralığı da imkânsızdır.
Allah Teala ne önceden bilir, ne de sonradan; O (c.c.) uzay-zamanın dışından bilir. Sorunumuz, uzay-zamana kilitli mantığımızın bu durumu anlayamaması, ısrarla Allah’ı zamanın içine çekip önceye, sonraya kaydırmaya çalışmasıdır.
İşte burada kilit nokta ortaya çıkıyor: Kaderi bildiğimiz zaman ve mekan olarak algılamak, içinden çıkılması güç akıl-mantık oyunlarını beraberinde getirmektedir. Mesela birçoklarının söylediği, “benim kaderim önceden yazılmış, kader değişmeyecekse niçin çabalayayım ve benim bunda suçum ne?” gibi sorular ve düşünceler ortaya çıkar.
Evet, bu bir akıl-mantık oyunudur. Çünkü kişi burada farkına varmadan kaderi bildiğini iddia etmektedir. Kader değişmeyecek demek, Allah’ın bildiğini biliyorum demektir. Oysa bilmediğimiz-bilemeyeceğimiz bir geleceğin değişip değişmeyeceğinden nasıl bahsedilebilir ki?
Bu noktadan hareketle dua-kader ilişkisine gelecek olursak, duanın geleceğimiz üzerinde büyük bir etkisi vardır. Çünkü kader yani Allah Teala’nın ezeliyetten bildiği, sizin yarın, ötekinin bin yıl sonra ne isteyeceğidir.
Yani duanın kaderi değiştirmesi değil, ilahi kabul ile kaderi biçimlendirmesi söz konusudur. Kader değişmez. Kaza, kadere uygun olarak meydana gelir.
Her şey gibi insanın kaderi de takdir edilmiştir. Dua da bu kader sistemi içinde yer alan bir faktördür. Dua ederseniz, kaderdeki olayı geri çevirebilirsiniz, kazayı reddedebilirsiniz; ancak ne var ki, bu duayı yapmak, gene kaderinizin elvermesiyle mümkündür.
Tedbirle takdiri değiştiremezsiniz; fakat takdirde var ise tedbir alır ve böylece de kazayı geri çevirmiş olursunuz.
Hz.Ömer (R.A.)’nın şu sözleri meselenin izahı için yeterli olacaktır:
Şam’a orduyla giden Hz.Ömer (R.A.), şehre yaklaştığı zaman, veba salgını olduğunu haber alır. Bunun üzerine, orduya geri dönülmesi talimatını verir. Bu durum üzerine, “kader” kavramını anlayamayan ve işin şeklinde kalanlar şaşırırlar ve sorarlar:
Allâh’ın kaderinden mi kaçıyorsun yâ Ömer?
Kaderin tekniğini anlamış olan Hz.Ömer (R.A.)’ın cevabı hepimize bir derstir:
Allah’ın kazasından Allah’ın kaderine kaçıyorum!..
Konuyu anlayabilmek için aynı zamanda şunu çok iyi anlamamız gerekmektedir: Kader, gelecek veya geçmiş demek değildir. Kader, zaman ve mekan üstü ezeli bilgidir. Bu nedenle dua kaderi değil, geleceği değiştirir. Geleceğin değişmesi, kaderin değişmesi anlamına gelmez.
Kader yani Allahın bilgisi değişemez, çünkü sınırsızdır; çünkü zaman-mekân türünden değildir; zaman-mekânda olan olmayan, olacak olmayacak, değişecek değişmeyecek her şeyi kapsar.
Duanın geleceği değiştirmesi, ezeli kader değildir. Kader, Allah Teala’nın olacaklara dair bilgisidir. Ve bu olacaklar kuralsız, başıboş, şartsız değildir. Kader, nihai ilahi seçim-iradeyi biçimlendiren ilahi ilkelere sahiptir. Dinimiz bu ilkelere işaret etmektedir. Mesela şükürsüzlüğün fakirliğe, anne-babaya itaat etmenin ömrün uzamasına, tövbenin günahların affına neden olması gibi.
İnsanla ilgili kaderi ikiye ayırabiliriz. Birincisi, insanın kendi irade ve kudretiyle işlediği fiil ve amellere bağlıdır. İkincisi ise, onun irade ve kudreti dışında meydana gelen hâdise ve hallere aittir. Birincisinin meydana gelmesine, insanlar irade ve arzuları ile kendileri sebep olmaktadırlar. İnsanın kendi kaderini tayin etmesi bu manaya göredir.
Bir çeşit kader vardır ki onun gerçekleşmesi Allah tarafından kesin hükme bağlanmıştır. Bu hükmü verilen şeyin gerçekleşmesi kaçınılmazdır. Onu dua ve himmet değiştirmez. Bunakazâ-i mutlak denir. Yani, kesin hükme bağlanmış olması kesinleşmiş kaza demektir. Rızık, evlilik ve ecel gibi.
Bir çeşit kader vardır ki, onun gerçekleşmesi bazı sebeplere bağlanmıştır. Buna kazâ-i muallak denir. Yani sonucu bazı sebeplere bağlanmış kaza demektir. İşte dua, himmet ve sadaka bu kısımda fayda verir. Allah Teala, bir hikmeti icabı o sonucu bu sebebe bağlamıştır. Kul, neyin neye sebep yapıldığını bilmediği için, sadaka, dua, tövbe, istiğfar, zikir, ibadet, taat gibi hayırlı sonuç verecek bütün sebeplere sarılmalıdır. Bunun muhakkak faydasını görecektir.
Allah Teala dünya ve ahiret nimetlerinin birtakım sebeplerle meydana gelmesini ezelde takdir etmiş ve şarta bağlamıştır. Öyle ise, onların sebepsiz meydana gelmesini arzu etmek İlahî kanunlara zıttır. Allah’tan herhangi bir nimeti istemenin yolu, onun sebeplerini yerine getirmektir. Cenab-ı Hakk’tan çocuk istemenin yolu evlenmek, meyve istemenin yolu ağaç dikmek olduğu gibi, cennet istemenin yolu da İlahi emirlere uymak ve yasaklardan kaçınmaktır. Bunların hepsi Allah’ın takdiridir. Bizler, kadere iman eden kimseler olarak, bu İlahî takdire boyun eğmek ve istediğimiz nimetlerin sebeplerine teşebbüs etmek durumundayız. Ağaç dikmeksizin meyve istemek gibi, ibadet etmeksizin ebedî saadet beklemek de takdire karşı gelmektir ve cezası, o nimetten mahrum kalmaktır.
Dolaysıyla kişinin başına şunların bunların geleceği yazılarda belli olsa da, onlar geldiğinde ne yapmayı seçeceğini zatıyla zaman-mekân dışı olan Allahtan başkası bilemez. Kader dediğimiz nihai, ezeli bilgi ise bu sürecin tamamını kapsar. Başına gelmeye hazırlananları da, onlardan değişecek olanları da, kişinin dua edeceğini de, tövbe edeceğini de Allah ezeliyetten bilir.
Dua ederek veya halimizi değiştirerek gelecekteki belirlenmiş tehlikeden korunmuşsak, bu da kaderde mevcuttur. Duanın belâyı önlemesi de, kaza ve kaderdendir. Kalkan, oka siper olduğu gibi dua da, Allah Teâlânın merhametinin gelmesine sebeptir.
“Madem Allah kaderimi ezelde takdir etmiş öyleyse değişmez” deyip kadere dayanarak duadan vazgeçmek bir kaderiyecilik olur ve yanlıştır. Bunun yerine duayı da Allah’ın takdirinin bir parçası kabul edip dua etmek gerekir.
Duanın ibâdet yönünden başka, dünyevî ve şahsî hayatımızı ilgilendiren ayrı bir yönü daha vardır: Dua etmek suretiyle arzularımızı, ihtiyaçlarımızı, bir başka ifade ile gerçekleştirilmesi gereken hedefleri ifadeye döküyor, şuur haline getiriyoruz. Yapılacak işleri bir bakıma gündeme getiriyor, plana programa alıyoruz. Rabbimizden dilimizle, sözlü olarak istediğimiz şeylerin gerçekleşmesi için gerekli sebeplere başvurmaya geçiyor, imkânlarımızı, kapasitemizi kuvveden fiile geçiriyoruz. Sözgelimi, ALLAH Teâlâ’dan buğday isteyen çiftçi, sabanla rahmet kapısını çalmalı, diğer gerekleri olan gübreleme, sulama, koruma gibi sebeplere de başvurulmalıdır. Zira ayet-i kerimede:
“İnsan için, kendi çalıştığından başkası yoktur.”1 buyrulmuştur.
Öyle ise kişinin temin etmek istediği her ihtiyacı önce dil ile ALLAH Teâlâ’dan isteyip, sonra da çalışarak elde etmesi, neticede “kendine ulaşan maddî ve manevi her çeşit hayrı, bir ayakkabı bağı bile olsa, ALLAH Teâlâ’dan bir lütuf, bir ikram bilmesi” müminlik edebidir.
K: ihvanlar
* * * * * * *
DUA VE KADER İLİŞKİSİ
D o ç . D r . H . M u s a B A Ğ C I
D i c l e Ü n v . İ l a h i y a t F a k .
“Dua Edin Kaderiniz Değişsin”
َ عن سلمان قال قال : رَسُولُ اللهِ صلىالله عليه و سلم : لا يَرُد ُّ القَضَاءَ إلاَّ الدُّعَاءُ ، وَلا يَزِيدُ فِي العُمْرِ إلاَّ البِرُّ . "
Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: Kazayı (kaderi) ancak dua değiştirebilir, ömrü ancak iyilik artırır.”(Tirmizi, Kader, 6, T2139)
عن عمر بن أبي سلمة عن أبيه قال: قال رسول الله صلى الله عليه و سلم : لينظرن احدكم ما الذي يتمنى فانه لا يدري ما يكتب له من امنيته.
Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: Sizden biri arzu ettiği şeyin ne olduğuna baksın (iyice düşünsün); çünkü kişi (kaderine ) hangi arzu yazılmış bilmez.” (Tirmizi, Da’avat, 132).
Abdullah b. Abbas’ın rivayetine göre bir gün Hz. Ömer Şam halkının durumlarını ve ihtiyaçlarını yerinde görmek amacıyla beraberinde Ensar ve Muhacirlerin iler gelenleri ve Kureyş kabilesinin tecrübeli simalarından oluşan büyük bir heyetle Şam’a doğru yola çıktı. Tebuk vadisi yakınlarındaki Serğ köyüne ulaştığında başta Ebu Ubeyde b. Cerrah olmak üzere ordu komutanları onu karşıladılar. Bunlar Hz.Ömer’e Şam bölgesinde bulaşıcı tâ’ûn (vebâ) hastalığının çıktığını haber verdiler. Muhtemelen kendileri de bu hastalığın bulaşıcı olduğunu bildikleri için Halife Ömer’i Şam bölgesine girmeden uyarmak istemişlerdi. Bunun üzerine Hz.Ömer meselenin ciddiyetini kavrayıp bu konuda nasıl bir tavır takınılması gerektiği konusunda istişareler yapmaya karar verdi. Öncelikle Muhacirlerin önde gelenlerini çağırdı ve bulaşıcı hastalığın kol gezdiği Şam bölgesine girip girmeme konusunda istişare etti. Onlar bu konuda iki farklı görüş sergilediler. Bir kısmı Ömer’e “Sen insanların problemlerini ve sıkıntılarını yerinde görmek ve incelemek amacıyla bu yola çıktın. Dolayısıyla geri dönmeni uygun bulmuyoruz. Allah’ın yazdığı dışında bize herhangi bir şey isabet etmez” dediler. Zira onlar kaderi ve tevekkülü bu şekilde algılıyorlardı. Diğer muhacir grubu ise bu görüşe karşı çıkarak Hz.Ömer’e “Seninle beraber insanların en faziletlisi olan Rasulullah’ın ashabı vardır. Bulaşıcı hastalığın bulunduğu bu bölgeye bu insanların sokulmasını doğru bulmuyoruz” dediler. Onlar, insanların canlarının tehlikeye atılmamasına ve veba hastalığının onlara bulaşma tehlikesine işaret etmektedirler. Hz. Ömer daha sonra Ensar’ı çağırdı ve onların bu konudaki görüşlerini sordu. Onlarda muhacirler gibi farklı görüşlere yer verdiler. Hz. Ömer son olarak Kureyş’ın yaşlı ve tecrübeli simalarını çağırdı ve konuyu onlarla istişare etti. Onlar hep bir ağızdan insanların taun hastalığının bulunduğu Şam bölgesine sokulmaması görüşünü belirttiler. Hz.Ömer de bu görüşün isabetli olduğuna kanaat getirdi ve bu kararı uygulamaya soktu. Tam bu sırada orada bulunan ordu komutanı Ebu Ubeyde ileri atıldı ve Hz.Ömer’in hastalığın bulunduğu bölgeden ayrılmasını hoş görmeyerek “Ey Mü’minlerin Emiri! Allah’ın kaderinden mi kaçıyoruz?” dedi. Aslında o da kaderci bir anlayışla Allah’ın isabet etmesini takdir ettiğinin dışında bir şeyin isabet etmeyeceğini düşünüyordu. Fakat Hz.Ömer Ebu Ubeyde’nin bu farklı çıkışına hayret etmiş olacak ki “Keşke bu soruyu sen değil de başkası sormuş olsaydı Ey Ebu Ubeyde! dedi ve sözüne şöyle devam etti: “Evet Allah’ın kaderinden yine Allah’ın kaderine kaçıyoruz! Senin biri yemyeşil ve bereketli, diğeri kurak ve bereketsiz iki arazin olsaydı, yemyeşil ve bolluk içinde olanı muhafaza etmez miydin? İşte onu Allah’ın takdiri ile koruyup kollardın.” (Malik b. Enes, el-Muvatta’, V, 365) Bu konuşmalar esnasında oraya gelen sahabî Abdurrahman b. Avf, bu konuda Hz.Peygamber’den işittiği bir bilgi olduğunu ifade ederek şu hadisi nakletti: “Bir yerde bulaşıcı bir hastalık olduğunu işittiğiniz zaman oraya girmeyin. Sizin bulunduğunuz bir yerde aynı hastalık olduğunda ise oradan çıkmayın.” Bu bilgi üzerine Hz.Ömer doğru bir karar verdiği için Allah’a hamdetti. (İbn Hacer, Fethu’l-bârî, XVI, 251)
Hz. Ömer ve bir kısım sahabîlerin bu olay karşısındaki takındıkları bu tavır gösteriyor ki Allah, bu kainat için sağlam bir nizam, genel yasalar ve Allah’ın sebepleri müsebbiplere bağladığı (sebep-sonuç ilişkisi kanunu) kanunları tesis etmiştir. Bu kainattaki varlıklar bu kanun, kural ve nizama göre cereyan etmektedirler. (H.Musa Bağcı, Hadislere Göre Kader Problemi, s. 10-11) Buna göre açlık beslenme ile, susuzluk içme ile, hastalık da tedavi olma ve şifa için ilaç kullanma ile önlenir. Hz.Peygamber bizim için bu konuda en mükemmel ilkeler ve prensipleri koymuştur. Kendisi uyulması gereken örnek modeldir. Zira o dünyadaki Allah’ın koyduğu sebeplere sarılmış ve bu sebeplere uygun olarak da gerekli tedbirleri elden bırakmamıştır. Bir gün Rasulullah’a: “Ey Allah’ın Rasulü! Tedavi için kullandığımız ilaçlar, şifa isteğiyle okunan dualar ve (düşmanlardan) korunmak için kullandığımız koruyucu aletler hakkında ne buyurursunuz; bunlar Allah’ın kaderinden bir şeyi geri çevirir mi? diye soruldu. Hz.Peygamber, “Bunlar da Allah’ın kaderindendir, buyurdu.”(Tirmizi, Tıb, 21) Hadis kitaplarında bu rivayetin izini sürdüğümüz de Hz.Peygamber döneminde tedavi amacıyla ilaç kullanmanın, şifa isteğiyle dua okumanın ve korunmak için kullanılan bir takım tedbirlerin gerekli olmadığını düşünen insanların olduğu görülmektedir. Bu insanlara göre her şey kaza ve kaderledir ve tedaviye ve alınacak hiç bir tedbire ihtiyaç yoktur. Nitekim Arap yarım adasının çeşitli yerlerinden gelen bazı Araplar Hz.Peygamber’e tedavi olmayalım mı ey Allah’ın Rasulü diye sorduklarında Peygamberimiz “Evet, Ey Allah’ın kulları! Tedavi olunuz” diye cevap vermiştir. (el-Mubarekfurî, Tuhfet’l-Ahvezî, V, 303) Tedaviyi reddeden bu insanların kim oldukları belli olmamakla birlikte, bu rivayet, o dönemde taassup derecesinde her türlü tedbiri reddeden ve fatalist (kaderci) bir anlayışa sahip olan insanların varlığını göstermektedir.
Oysa ki nebevî sünnet, dindar insanların bile hastalığı için şifa aramak yerine, “belalara sabretmek ve Allah’ın takdirine razı olmak gerek” şeklinde yanlış bir düşünceyle tedavi olmanın yollarını aramaksızın hastalık için ilaç vs. kullanmamalarının doğru olmadığını belirtmektedir. Aksine o, bu tür tedbirlerin Allah’ın bu kainat için koymuş olduğu nizamın bir parçası olduğunu vurgulamaktadır.
O halde yukarıdaki değerlendirmelere göre her şey sebep sonuç ilişkisi içinde cereyan etmekte ve gerek Peygamberimiz gerekse onun eğitiminden geçmiş olan sahabîler tarafından şifayı bulmak için ilaç vs. kullanmak ve okunan dualar ve korunmak için kullandığımız eşyalar sebeplere yapışmanın gereği olarak gösterilmektedir. Bunlar içinde dua da insan hayatının akışını değiştirmede önemli bir fonksiyona sahip görünmektedir. Serlevhada işaret ettiğimiz “kaderi ancak dua değiştirebilir, ömrü ancak iyilik artırır” ifadesi bu gerçeği vurgulamaktadır. Dolayısıyla dua ve sadaka insanın geleceğini belirlemede önemli tesir icra etmektedir. Peki duanın insan hayatına tesiri nasıl olmaktadır?
"Çağırmak, seslenmek, istemek, yardım talep etmek" anlamlarına gelen dua, Kuran'a göre "insanın içten bir kalp ile Allah'a yönelmesi, O'na muhtaç bir varlık olduğunun bilinci ile sonsuz güç sahibi, Rahman ve Rahim olan Allah'tan yardım dilemesi"dir.Peygamberî bir ifadeyle “dua, ibadetin özü ve esasıdır” (Tirmizi, Dua, 1) Dua başka bir deyişle bilinmek ve işitilmek talebidir. İsteklerinin yerine getirilmesi veya sıkıntılarının giderilmesi için yüksek bir iradeye başvurudur. Dini anlamı içinde dua, talep/istek kadar şükran ve sevgi ifadesi olan insanın Allah’a doğru her hareketi demektir. Böylece Allah ile insan arasında din yolu ile kurulan ilişkinin özü, duada kendini ortaya koymaktadır. (Hayati Hökelekli, Din Psikolojisi, Ank, 1998, s. 213-214).
Dua, insanın duygularını, algılarını, davranışlarını, ruhi ve bedeni sağlığını, hatta maddi olayları değişikliğe uğratan etkiler yapabilmektedir. Ancak, dua eden kimsenin elde edeceği psikolojik değerlerin, bütünüyle o kişinin inancına bağlı bulunmakta olduğu da bir gerçektir. Samimi inanç sürdüğü sürece duanın etkisi kesin ve mutlaktır. (Hökelekli, a.g.e, s. 227-8). Dua, genel olarak insanın bütün ruhî faaliyetlerine bir güç ve canlılık sağlamaktadır. Bazı bilim adamları bunu, kişinin ister içinde, isterse dışında olsun gizli bir enerjinin faaliyete geçmesi olarak yorumlamaktadır. Yani dua vasıtasıyla Allah’la kurulan ilişki ve iletişim sayesinde ilahi enerjinin etkisi, ruhun ihtiyaçlarını karşılamaya, korkularını yatıştırmaya ve bu yolla dış dünyayı değiştirmeye koyulmaktadır. Böylece dua, normal bir durumda kişinin gücünü artırmakta, şuur düzeyinin yükselmesine ve idrak kapasitesinin keskinleşmesine imkan vermekte, olağanüstü işler başaracak güç ve kuvvet kazandırmaktadır. (Hökelekli, a.g.e, s. 228)
Görüldüğü gibi Allah’ı anmak ve ona sığınmak kulun iç dünyasında çeşitli etkiler meydana getirdiği gibi dua vesilesiyle hayatının akışında da önemli tesirler icra etmektedir. Bu hakikati Kur’an çok veciz ifadelerle açıklamaktadır. Zira Kur’an’a göre göklerde ve yerde bulunan herkes Allah’tan ister. Çünkü O, her an yaratma halindedir. (55, Rahman, 29) Allah kulun yaptığı duayı duyar ve ona icabet eder. (40, Gafir, 60). Yine Kur’an’a göre Allah’a dua edene Allah karşılık verir.(40, Mu’min, 60), Allah’ı anan kimseyi Allah da anar (2, Bakar, 152). Allah kullarına çok yakındır, dua ettikleri vakit dua edenin dileğine karşılık verir. (2, Bakara, 186) Bir hadisi kutsiye göre dua ve ibadetle meydana gelen Allah ile kul arasındaki yakınlaşma Allah’ın sevgisine, bu sevgide kulda duyarlı bir vicdan ve sağduyunun doğmasına yol açmaktadır. (Buhari, Rikak, 38).Bunun gerçekleşebilmesi için hadiste belirtildiği gibi insanın mutlaka karşılık alacağına inandığı bir ruh hali içinde dua etmesi gerekir, aksi takdirde gafil bir kalpten gelen dua kabule şayan olmayacaktır. (Tirmizi, Da’avât, 66). Bir hadisi kutsî de kulun Rabbine gösterdiği ilgi ve sevginin fazlasıyla karşılığını bulacağı anlatılmıştır. (Muslim, Tevbe, 1).
Demek oluyor ki varlıklar dilleri ve halleriyle ibadet, rızık, affedilme ve benzeri konularda Allah’tan yardım isterler. Allah diriltmek, öldürmek, isteyene vermek ve benzeri işlerde her an kainatta tasarrufta bulunmaktadır. Hz.Peygamber’in açıklamasına göre duanın Allah tarafından kabulü halinde O’nun karşılık vermesi birkaç şekilde ortaya çıkmaktadır. Dua edene istediği şey ya bu dünyada hemen verilir veya âhirete saklanır yahut üzerinden istediği iyilik kadar kötülük giderilir. (Ahmed, el-Musned, III, 18). Görüldüğü gibi dua sayesinde insan, hayat çizgisini farklı mecralara kanalize edebilmektedir.
Büyük İslam düşünürü Gazali olayların belli sebeplere bağlanmış olduğunu, mesela kalkanın oktan korunma, suyun bitkilerin büyümesi için bir sebep olması gibi duanın da sıkıntı ve belayı defetmek ve Allah’ın rahmetini çekmek için bir sebep olduğunu belirtmiştir. Ancak dua sonucunda meydana gelecek bir değişiklik, Gazali’nin izahına göre yine tabii sebep sonuç ilişkisine göre ortaya çıkar. Allah: “savaş için gereken hazırlığı yapın” (Nisa, 4/71) derken silah kuşanmamak ve ‘Allah takdir ettiyse çıkar etmediyse çıkmaz’ diyerek tohumu saçtıktan sonra toprağı sulamamak Allah’ın takdirine uymak değildir.( İhya, I, 328-9; Haşiyetu’s-Sindî alâ İbn Mace, I, 81; Karş: Selahattin Parladır, Dua, DİA, IX, 533). Bir hadiste “deveyi bağla, sonra Allah’a tevekkül et” anlayışı tam da bu hakikati vurgulamaktadır. (Tirmizi, Kıyamet, 60).
Allah’ın takdiri değişmeyeceğine göre duanın faydası nedir? Dua takdiri değiştirebilir mi? Olaylar önceden sebep-sonuç ilişkisiyle bir birine bağlanmıştır. Sebeplerin sonuçları doğurması zaman içinde meydana gelir. İyilik veya kötülüğü takdir eden bunlar için de bir sebep takdir etmiştir. Dua kötülüğün giderilmesi veya iyiliğin sağlanması için bir sebeptir. Duanın bir faydası da kalpte Allah inancının kökleşmesini sağlamasıdır ki bu da ibadetin hedefidir. (İhya, I, 328-9).
Dua, insan hayatının akışını değiştirmesi bağlamında insanın iç dünyasını her türlü günah ve hata kirinden arındıran önemli bir ibadettir. Başka bir deyişle insanın ahlak ve karakteri üzerinde olumlu etkileri de bilinmektedir. Hz.Peygamber “Allah’ım, hatalarımı kar ve dolu suyu ile temizle; beyaz elbiseyi kirden arındırdığın gibi kalbimi günahlardan arındır” (İbn Mace, Dua, 3) ifadesiyle duanın insanın iç dünyasını temizleyip ruhi arınmaya vesile olduğunu ve insanın ruhunu arındırma konusundaki tesirine dikkat çekmiştir. Bugün de sık sık yapılan ve bir alışkanlık haline gelen duanın karaktere etki ederek onun temizlenip olgunlaşmasına yol açtığı kabul edilmektedir. (A. Carrel, Dua, s. 32) Böylece dua, kişide zihnî, manevî ve ahlaki güçlerin daha iyi kullanılmasına, yücelip güçlenmesine, ümit ve inancın canlanmasına, endişe, sıkıntı ve korkunun yatışmasına ve kişiliğin en üst derecede bütünleşmesine imkan sağlayan bir etki gücüne sahip bulunmaktadır. (Hökelekli, a.g.e, s. 231)
Duanın insanın iç dünyasını arındırma ve hayatının akışını değiştirme fonksiyonu olduğu gibi gerek uzvî, gerekse ruhî bir takım hastalıkları tedavi edici özelliği olduğu çok eski dönemlerden beri bilinmektedir. Sahabî Enes b. Malik (r.a) anlatıyor: Hz.Peygamber çok zayıf ve çelimsiz bir zatla karşılaştı ve ona “Allah’a dua ediyor ve ondan bir şey istiyor musun?” diye sordu. O zat : Allah’ım bana ahirette ne ceza vereceksen, onu bana dünyada ver,” diyorum,” dedi. Bunun üzerine Hz.Peygamber (sinirlenerek): “Subhanallah! Sen buna takat getiremezsin, senin buna gücün yetmez, “Allah’ım bize bu dünyada iyilik, ahirette de iyilik ver. Bizi cehennemden koru!” deseydin ya! buyurdu. Daha sonra Allah’a onun için dua etti de Allah da şifasını verdi.” (Muslim, Zikir, 23).
Bu olay bize duanın nasıl yapılması gerektiğini ve Peygamberin halis bir kalple yaptığı duanın semeresini verdiğini göstermektedir. Hasta olan insanlara dua etmesi Hz.Peygamber’in genelde yaptığı davranışlar arasındadır. Zira o, duanın mükemmel bir tedavi vasıtası olduğunu çok iyi bilmektedir. O dönemde Hz.Peygamber başta olmak üzere bir çok kimsenin başvurduğu bir yöntem olarak karşımıza çıkmaktadır. Hz.Peygamber ilaç vb. maddi yöntemlere önem verdiği gibi zaman zaman dua ile tedavi yöntemine de başvurmuştur. Saib b. Yezid’in teyzesi Saib’i Hz.Peygamber’in yanına götürüp “Ey Allah’ın Rasulü! Kız kardeşimin oğlu rahatsızdır, bir dua ediverseniz” demesi üzerine o, çocuğun başını eliyle sıvazlamış ve ona bereket duası etmiştir. (Buhari, Vudû 40) Saib b. Yezid doksan-dört yaşında bünyesi sağlam, çevik, boyu posu dimdik ve o yaşta gözünün görmesini ve kulağının işitmesini Hz.Peygamber’in bu duasının bereketi ile olduğunu ifade etmektedir. (Buhari, Menakıb 21, 22) Yine bir başka kadın Hz.Peygamber’e oğlunu getirerek “Ey Allah’ın Rasulü! Bu çocuk rahatsızdır. Ben onun (ölmesinden) korkuyorum. Bu hastalık sebebiyle gerçekten (toprağa) üç çocuk gömdüm” demiştir. Hz.Peygamber muhtemelen bu çocuğa duasını esirgememiş ve kadına moral verecek şu ifadeyi sarf etmiştir: “Muhakkak cehennemden kuvvetli bir mâni ile korundun.” (Muslim, Birr ve Sıla 156 ) Yine o, kim eceli yakın olmayan bir hastayı ziyaret eder de “Büyükler büyüğü arşın sahibi Allah’tan şifa vermesini isterim” şeklinde yedi defa söylerse hastanın şifa bulacağını ifade etmiştir. (Tirmizi, Tıb 32)
Uzvî rahatsızlıkların tedavisinde de duanın şifa ile sonuçlanan olumlu etkiler meydana getirdiği bugün bilimsel gözlemlere dayalı olarak kabul edilmektedir. Esasen, her türlü hastalığın tedavisinde, gerek hasta gerekse hekim açısından önem taşıyan hususların başında şüphesiz ki “hastanın maneviyatını güçlendirme ve moralini yükseltme” gelmektedir. Bir çok ağır vak’ada inançlı ya da tecrübeli hekimler, hastalarına öncelikle dua etmelerini tavsiye etmektedir. Özellikle her türlü tedavinin imkansız ve başarısız olduğu hallerde duanın sonuçları kesin olarak belirlenebilmektedir. Bilimsel araştırmalar özellikle başkası için yapılan duanın, kişinin kendi kendisi için yaptığı duadan daha etkili ve verimli olduğunu göstermiştir. Hasta insanlar için şifa dileme, okuyup üfleme, bazı kutsal mekanları ziyaret etme gibi uygulamaların tarihten günümüze en yaygın şekilde kullanıldığı göz önüne alınırsa, insanların dini inanç ve dua yoluyla bazı uzvî ve ruhî sorunlarına pratik çözümler bulduklarını ya da bulacaklarına olan güven umutlarını sürdürdüklerini söyleyebiliriz. (Hökelekli, a.g.e, s. 232-233) Öyle ki elinden gelen her şeyi yapan ve çaresiz kalan kimsenin Allah’a olan samimi yönelişi bazen ona mucizevi bir şifa, kurtuluş ve aydınlık sağlar. Nitekim çaresiz kalmış bazı hastalarda duanın şifa verici tesirine şahit olunduğu bilinmektedir.(A. Carrel, Dua, 12-13, Krş: Parladır, Dua, DİA, IX, 533).
Nitekim Hz.Peygamber de başkalarına yapılan duanın daha etkili ve verimli olduğu bağlamında dua ile tedaviyi türlü şekillerde uygulamıştır.Gözleri kör veya çok az gören bir adam Hz.Peygamber’e gelip “Benim için Allah’a dua et, bana afiyet versin” diye istekte bulunmuş, Hz.Peygamber de adama güzelce abdest almasını iki rekat namaz kılmasını ve “Allah’ım! Şüphesiz ben senden isterim ve rahmet Peygamberi olan Muhamamed ile sana yönelirim.” şeklinde dua etmesini önermiştir. (İbn Mace, İkamtu’s-Salat, 189) Hz.Aişe de Hz.Peygamber’in insanlardan her hangi birine kendi bereketli eliyle meshedip sıvazlayarak şu sözlerle Allah’a sığındırma duası yapmıştır: “Ey İnsanların Rabbi! Şu hastalılığı giderip şifa ihsan et. Şifa verici ancak sensin. Sen’in şifandan başka hiç bir şifa yoktur. Öyle bir şifa ver ki, hasta üzerinde hiçbir hastalık izi bırakmasın!” (Buhari, Tıb, 40) Yine Hz.Aişe’nin rivayetine göre Hz.Peygamber ruhunun kabzolunduğu hastalığı sırasında Muavvizat (Felak ve Nâs) sürelerini okuyarak kendisi üzerine üfler, nefes ederdi. Hastalığı ağırlaşınca, bu süreleri kendisine ben okur, üfler ve elinin bereketinden dolayı kendi eliyle ona meshettirirdim.” (Buhari, Tıb, 41).
Hz.Peygamber sözlü duanın yanında kişinin fiili dua olarak da çaba sarf etmesini önemle vurgulamıştır. Fiili dua, kişinin herhangi bir isteğine ulaşmak için elinden gelen her şeyi yapmasıdır. Örneğin hasta bir kişinin sözlü duanın yanı sıra mutlaka uzman bir doktora başvurması, kendisi için faydalı ilaçları kullanması, gerekli ise hastanede tedavi görmesi, hassas bir bakım altında olması da gerekebilir. Bundan dolayı Hz.Peygamber tedavi olmuş, ailesi ve ashabından da hastalığa yakalananlara ilaç vb. şeylerle tedavi olmalarını emretmiştir. Nitekim Hz.Peygamber Ubeyy b. Ka’b’a bir doktor göndermiş ve bu doktor onun bir damarını kesmiş, sonra da üzerini dağlamıştır. (Muslim, Selam, 73). Çünkü Allah dünyada meydana gelen tüm olayları belli sebeplere bağlamıştır. Dünyadaki ve evrendeki her şey Allah'ın koyduğu kanun ve kurallara göre işler. Dolayısıyla kişinin de bu sebeplere uygun olarak gerekli tedbirleri alması, ancak bunları etkili kılacak olanın Allah olduğunu bilerek, tevekkül, teslimiyet ve sabırla sonucunu Allah'tan beklemesi gerekir.
Netice itibariyle ortaya çıkan bu veriler, Hz.Peygamber’e isnad edilen “kaderi ancak dua değiştirebilir, ömrü ancak iyilik artırır” ifadesindeki hakikati destekler mahiyettedir. Bütün koşullarını yerine getirerek ve samimi bir inançla yapılan duanın tesiri kuvvetle muhtemeldir. Zira insan kendi eliyle yaptıklarının karşılığını görecektir. İnsan için çalışmasının dışında başka bir şey yoktur. Bu sebepledir ki insan ne yapabiliyorsa elinden ne geliyorsa onu yapmalıdır. Dua edebilen dua etmeli, bir çalışma imkanına sahip olan vakit geçirmeden yapmalı, çeşitli hastalıklardan, bela ve musibetlerden korunmak için gerekli tedbirleri alarak korunmalıdır. Peygamberî bir ifadeyle kişi arzu ettiği şeyin ne olduğuna bir bakmalı ve iyice düşünmelidir. Çünkü kişi hakkındaki takdirin ne olduğunu bilmez. (Tirmizî, Da’avât, 132)Bu yüzden İnsan oğlu ne olduğunu bilmediği Allah’ın takdirini yine O’nun takdiri çerçevesinde değiştirmek için elinden geleni yapmalıdır. Zira Allah’ın takdiri insanın yapıp-etmelerine ve aldığı tedbirlere engel değildir. Aksine dua kaderi geri çevirebilir, insanın samimi yakarışı ve fiili çabası Allah’ın rahmetine ve ona icabet etmesine yol açabilir. Dolayısıyla insana musibetin isabet etmemesi, o hususta güçlü bir inançla dua etmesine bağlıdır. Dua ederse kaza ve hoşlanmadığı musibet ona isabet etmez. Ya da ümit ettiği veya olmasını istediği olay o dua vesilesiyle gerçekleşir.